17 Temmuz 2013 Çarşamba

Karadeniz’ de Haftasonu

Gecikmiş bir yazı ile sizleri baş başa bırakıyorum..

Mart ayının son hafta sonundayız. Cumartesi sabahı 8 uçağı ile Trabzon’ a gidiyoruz. Havalimanında arabamızı kiralıyoruz ve ilk durağımız Sümela Manastırı’ na doğru yola koyuluyoruz. Yol üzerinde, Maçka merkezi geçtikten sonra nehir kenarındaki Sümer Restaurant’ da kahvaltı için duraklıyoruz. Yöresel kahvaltımızın kralı, meşhur Trabzon ekmeği, daha önceden mıhlama diye bildiğimiz kuymak ve kaygana…

Sümela Manastırı, Altındere Vadisi Milli Parkı içerisinde yer alıyor. Sarp kayalıklar üzerine kurulmuş. Arabanın gidebildiği yere kadar ilerleyip, sonrasında kısa bir yürüyüşe başlıyoruz. Dağlar koyu yeşil çam ağaçları ile bezenmiş, parlak güneş yüzümüzü ısıtıyor. Kayalıkların gölgesinde yaşlı bir amca bizi kemençe ile karşılıyor.
Tarihi 13. yüzyıla dayanan manastıra, dar ve dik merdivenden çıkarak giriş yapıyoruz. Ana girişten geçtikten sonra iç merdivenden inerek avluya geliyoruz. Avlunun etrafında kilise, şapel, mutfak, yemekhane, muhafız odaları, kütüphane gibi odalar var. Kilisenin duvar ve tavanlarında 18. yüzyıldan kalma freskler var. Aynı şekilde dış duvarları da fresklerle donatılmış. Fresklerin üzerlerinin isimlerle kazınmış olması gerçekten çok üzücü.
Rehbersiz gelecek olanlara, müze girişinde tanıtıcı broşür istemelerini tavsiye ederim.
 

Milli park içerisinde bol bol fotoğraf çekip,  yavaş yavaş Uzungöl’ e doğru yola koyuluyoruz. Karayolu ile ulaşım oldukça kolay. Sahil yolunu çok seviyorum, geniş ve trafiksiz.
Sırasıyla Sürmene, Of ve Çaykara’ dan geçiyoruz.
Uzungöl’ e çıkarken birçok evin bahçesinde karalahana ekilmiş olduğunu görüyorum. Evler hep dik tepelere ve birbirinden uzak yapılmış. İlkokulda öğrendiğimiz yaygın yerleşme şeklini sonunda görmüş oluyorum. J
Evlerden yola inen ve eşya taşımak için kurulan mini teleferikler de çok hoşumuza gidiyor.

Uzungöl’ e vardığımızda hava kararmak üzere. Göl etrafında biraz yürüyüş yaptıktan sonra, arabayla turlayıp akşam yemeği için seçeneklere göz gezdiriyoruz. Dikkatimizi çekenler Migron, Şeflerin Yeri ve İnan Kardeşler…

Eşyalarımızı, gece konaklayacağımız Gobleç Otel’ e yerleştireceğiz, sonra da yemek yemeğe geleceğiz. Burası Mayıs 2012’ de kurulmuş, yeni ve temiz bir otel. Sohbetimizde öğreniyoruz ki, eskiden fındık sapları yumuşatılarak sepet örülürmüş. Bunu yapan kişilere de Rumca’ da gobleç denilirmiş. Otel sahibinin dedesinin lakabı “gobleç”miş ve otelin ismi de buradan geliyormuş.

Akşam yemeği için kararımız, bölgenin en eskilerinden, kendi deyimleriyle Uzungöl’ ün babası İnan Kardeşler. Menümüzde tereyağında leziz alabalık, salata ve sütlaç var. İçerisi ahşap ile dekore edilmiş, sıcacık bir mekan...

Pazar sabahı uyandığımızda, doğa bize sürpriz yapıyor. Her yer bembeyaz ve lapa lapa kar yağıyor. Sanırım temiz havadan olsa gerek, erkenden ve dinç bir şekilde uyanıyoruz.
Kahvaltımızı yapar yapmaz, göl etrafında yürüyüşe geçiyoruz. Bembeyaz dağlar arasında bir göl hayal edin.. Uzaktan ince uzun minareli camii ve dumanı tüten evler. Kimsecikler yok etrafta, kar üzerinde sadece bizim bastığımız yerlerin izleri. Göldeki ördekler bize eşlik ediyor. :)

                                                      
Şimdi istikametimiz, Çayeli çıkışında yer alan Hüsrev… Sahibi Fahri Hüsrev’ in, restorana gelen ünlü simalar ile fotoğrafları duvarları süslemiş, kendisi şimdi Ankara’ daymış. Kuru fasulye, pilav, süzme yoğurt, turşu ve karalahana dolmasını bir çırpıda yiyip bitiriyoruz. Lezzetlerini kelimelerle anlatmam mümkün değil. Kuru fasulyenin kralı, süzme yoğurdun en lezzetlisi burada diyerek özetleyeyim. Siz en iyisi, uğrayın ve tatlarını deneyimleyin.
Mideler dolu Ayder yaylasına doğru yola koyuluyoruz. Uzungöl inişinde bizi karşılayan pırıl pırıl güneş halen bizimle. Yaylaya çıkmamız uzun sürüyor. Yeşil o kadar yeşil, dereler o kadar gürül gürül ki, izleyebilmek ve fotoğraf çekebilmek için sayısız mola vermeden duramıyoruz.

 
Molalarımızdan birisinde Mikron Köprüsü’ nü görüyoruz. 19 yüzyıl Osmanlı Dönemi’ nde halk tarafından yaptırılmış, 1998 yılında Karayolları tarafından onarılmış eski ve geniş kavisli bir taş köprü. İki yanını çimler sarmış, etrafı ağaçlar ile kaplı…
Yola devam edip daha yukarılara çıktıkça, masallardaki karlar ülkesi geliyor aklıma. Ayder’ in sık ve uzun ağaçlarını bembeyaz karlar narince kaplamış. Hava o kadar sakin, ortam o kadar naif ki… Hepimizin sesi kesiliyor, baktıkça bakıyoruz. Keşke daha iyi fotoğraf çekebilseydim de bu görüntüleri hafızamızdan kaybolmayacak şekilde alabilseydim…

Önceden methini duyduğumuz yayla yürüyüşlerini hava durumu sebebiyle yapamıyoruz. Yaylada biraz sohbet, biraz yürüyüş, bir iki dükkan ziyareti yapabiliyoruz. Buraların en iyi mevsiminin Temmuz – Ağustos ayları olduğunu öğreniyoruz.

Yavaş yavaş dönüş yoluna geçiyoruz..
Rize Merkezi’ ne çok yakın Ziraat Parkı’ nda biraz soluklanıyoruz. Semaverde gelen çayımızı deniz manzarası eşliğinde yudumluyoruz. Aslına bakarsanız, içip içip yenisini dolduruyoruz.

Canınız Hamsili Pilav çektiyse, Rize’ deki Evvel Zaman’ a buyurun… Biz de Mehmet Yaşin’ den duyduk. 2 katlı, eski bir konak. Odalara masalar yerleştirmişler. Yerler, kapılar, odalardaki vitrinler ve dolaplar ahşap. Vitrinlerin rafları dantel örtüler ile süslenmiş. Rahat bir ortam Hem cafe, hem restoran hizmeti veriyor.  Hamsili pilavının da oldukça lezzetli olduğunu eklemeyi unutmayayım.

Ne zaman ayarlayabiliriz bilemiyorum ama tekrar gelmek ve yaylalarda dolaşmak üzere karar verip havalimanına doğru yol alıyoruz. Gönlümüz, aklımız burada kaldı.

Sevgiler,
İpek

Not:
*Trabzon’ da daha uzun vakit geçirebilecekler, Atatürk Köşkü ve Ayasofya Müzesi’ ni ziyaret edebilirler.

*Evvel Zaman’ da hamsili pilav yemek için öncesinde arayıp haber vermeyi unutmayın, hazırlığı gündüzden yapılıyor.

Karadeniz' in dalgaları
Rize' nin peynirleri
Hamsili pilav pişmeden önce